İnsalığın tarihi kadar eskidir merak. İster hangi bitkinin yenip yenmediği olsun, ister evrenin sınırları olsun insanın tek değişmeyenidir belki de. Felsefe de merak üzerine ortaya çıkmış ve aynı sebepten dolayı insanlık tarihince popüler kalmıştır.

Anlatmak istediğim konu, çözemediğimiz şeyleri kabullen(eme)mek.

Örneklem olarak evrenin ve insanın başlangıcından gideceğim. İnsanın düşünebildiği ilk yıllardan sadece biraz daha genç olduğuna inanıyorum bu sorunun. Verilen cevaplar da bir o kadar fazladır kuşkusuz. İlk çağlarda görebildiğiyle sınırlı insan beyni, evreni Dünya’dan ibaret varsaydığından cevaplar da dünyadaki materyallerle sınırlıydı. Ulaşabildiğim en eski görüşler, dört elementi işaret eder. Herşey ateş, su, toprak ve havadır. Aristotales, kendinden önceki filozofların görüşlerinden bahseder ve ondan öğrendiğimiz kadarıyla Leucippus ilk defa atom kavramını ortaya atmıştır. Atom düşüncesinin Eski Yunan’a uzak doğudan geldiğine dair iddialar  mevcutsa da bu bize sadece atom kavramının eskiliğini, yani evrenin yapısına olan ilginin dallanıp budaklanmasının ne kadar erken dönemlerde başladığını gösterebilir. Tabi bu sadece bir düşünceydi, atom “bölünemez” anlamına gelen bir kelime kökenine sahiptir, anlaşıldığı üzere bugün bildiğimiz anlamda atomu değil de maddenin daha fazla bölünemeyen “öz”ünü düşünce olarak ifade eder.

O zamanlarda gözlem yapabilmek sınırlıydı. Mesela kimsenin mikroskobu yoktu ve bu da düşünsel olarak rahatlığı sağlıyordu. Bunları anlatmamın sebebi de eski filozofların cahilliğinin aslında nimet olduğunu ifade edebilmek. Çünkü 18. yüzyılda modern atom teorisinin temellerinin atılmasıyla birlikte insanların bu konuda düşünebilme alanı da daraldı. Artık kimse dört elementi evrenin yapıtaşları olarak ortaya atamıyor, atom “bölünemeyen en küçük parça” hakkında aklına gelen yorumu yapamıyordu. Eldeki veriler belli kısıtlamalarla düşünmeye mecbur bırakıyordu.

Aslında eğer bilgiyi iyi özümseyebilsek düşünsel boyutumuz kapanmayacak, daha da açılabilecekti. Fakat insanlık olarak bunu yapamadık. Bilgi, bize kendinibilmişlik verdi. (burada bilmek ile kendinibilmişlik arasında harf benzerliğinden başka bi bağlantı da yok maalesef.) Fazla bilgi, bize herşeyi açıklayabilmek zorunluluğu hissettirdi. Eski çağlarda anlaşılan o ki herkes birbirinin görüşlerini dinleyebiliyordu çünkü iki taraf da biliyordu ki ne iddia edilirse edilsin kesin kanıta ulaşma imkanı yok. Dolayısıyla tam bir iyi niyet yakalanabiliyordu. Tartışmanın amacı karşındakini dinlemekti. Başka bi şansları da yoktu, çünkü ne kendi iddialarını kesin olarak ispatlama şansı vardı, ne de karşısındakinin böyle bir şansı vardı.

Bugünün bilgi dolu dünyasında ise insanlar herşeyi kanıtlamaya gayret ediyor. Bilmemeyi kabullenemiyor. Örneğin İslam dünyasındaki, her bilimsel veriyi Kur-an’dan bulma çılgınlığı buna muhteşem bir örnek. Ancak örnekler bunla sınırlı değil. Aynı şey Hristiyanlarda da İncil’den aramak üzerine kurulu. Tevrat’ın şifrelerini çıkartmaktaki başarıları ile Yahudiler ise herkesi geride bırakırcasına başarılı. Tabi başarının tanımı buysa.

Oysa ki bunlara hiç gerek yok. Çünkü hiçbir dinin amacı evreni açıklamak değildir, en azından benim bildiğim hiçbir dinin amacı. Sadece inanır ve ona göre yaşarsın. Bilmek zorunda değilsin. İnsan hiçbirşeyi bilmek zorunda değil.

Bilmek çok ağır bür yük ve hiçkimse bunu taşımak zorun da değil. Eğer inancını somut olarak kanıtlanabiliyor diye savunuyorsan zaten o inanç değil bilgidir artık. İnanmıyorsundur, biliyorsundur. Kaldı ki bilginin ve bilimin amacı da hiçbir inancı kanıtlamak değildir. Bilimin özü felsefedir. felsefe de soru sormaktır. Cevap aramak değil, soru sormak.

Öğrenme merakının bittiği yerde felsefe de biter ve cehalet başlar. Yani cevabın bulunduğu yer, bilginin orada olduğu yer aslında cehaletin kapısıdır.

Biz insanlık olarak hâlâ Sokrates’in “bildiğim tek şey hiçbirşey bilmediğimdir” sözünü anlayamadık. Celalettin Rumi’nin Mevlana oluşunu anlayamadık. Evi en değerli ve bulunmaz kitaplarla doludur. Bir gün Şems gelir ve “bildiğin herşeyi unut” der. Celalettin Rumi bunu kabullendiği anda Artık mevlana olur ve hiçbir kitabın ulaşamadığı bilgiye bu hiçbirşeyi bilmeyen adam ulaşır. Egosundan sıyrılır. Çünkü işlevsiz bilgi, sadece ağırlıktır. Bilginin işlevli hâle gelmesi ise ancak tecrübeyle olur. Yaşamadığımız birşeyi bilmiyoruzdur.

Bildiklerini unutmaya razı olmayan insan, bilgeliğe kapalıdır. Çünkü artık kalıptır o beyin. Kalıplar da sadece kendi benzerini üretebilir. “Kullanılmaya” çok uygundur fakat gelişmesi imkansızdır.

Diyorum ki kalıp olmayalım, kütüphaneler olduğu yerde duruyor. beynimize doldurmanın anlamı yok. bu ağırlığı taşımanın anlamı yok.

Hiçbir kuş, kafesi ayağına bağlıyken uçamaz. Bilgi bizim kafesimiz değil, uçabilen bir kuşun gökyüzünden gördüğü manzara olmalı. Çünkü kafes  kuşu sınırlar. Oysa uçsuz bucaksız ovalarda kırlarda kuş istediği yere konar. Alacağını alır ve bu onu kısıtlamadan uçmaya devam edebilir.

Bu sayede insanlık olarak birbirimizi açık fikirlilikle dinleyebiliriz. İletişim kurabiliriz. Farklı vadilerle yaşayan kuşlar olarak uçacak yeni rotalar öğrenebiliriz birbirimizden. Oysa kafesteki iki kuş birbirlerine istedikleri kadar birbirlerinin kafeslerini anlatsınlar, sadece “kendi” kafesleri içinde gezinebilirler.

Not: Yazı bana değil Turgay NALBANT‘a aittir. At Gözlüğü’nde yayınlanmasını arzu ettiğin yazın varsa buraya tıkla.

CEVAPLA

İnsan mısın? *