Not: Yazı bana değil, iletişim bölümünden yazısını gönderen Mustafa AKGÜN’e aittir. Teşekkürler Mustafa : )

Geceden başlayan yağmur, tüm şehrin üstüne bir buğu bırakmıştı. Dünden kalan yorgunluğunu daha üzerinden atamamış şehir, sokakları, caddeleri ve evleri ile buğu içindeydi. İşlerine gitmeleri için sıcak yataklarından kaldırılan çatık yüzlü, uykulu, kahvaltısız insanlar da paltoları, kabanları ve şemsiyeleriyle buğudan nasibini alıyordu. Buğu üstlerine sindikçe gittikçe artan bir melankoliye gömülüyorlardı. Bu anda istedikleri tek şey, etraflarındaki her şeyi dişlerini sıka sıka edecekleri bir küfürle kovup hiçbir iş yapmadan yalnız kalmaktı. Hepsi böyle değildi şüphesiz, ancak hangi zevatın böyle bir ruh halinde olduğu yüzlerinden belli oluyordu. Bu zevatın en şanslıları ise şu an evlerinde olanlardı galiba. Çünkü onlara melankoli getirmiş buğu, aynı zamanda evlerin camlarına tüneyip dışarıya ait hiçbir şey görmek istemeyen bu insanların tek koruyucusuydu. Ben de şansız zevat arasında, kendime göre en başındaydım. Yüzüme çarparak çenemden akan yağmur damlalarına, yolun karşısına geçerken karşıma çıkan arabalara, korna seslerine, çukur kaldırımlardaki kirli su birikintilerine, bir de beni karşılarında görünce yüzlerinin şekli değişen, kendi sıkıntılarından utanç duyan insanlara, burnumdan soluduğum nefesle, içimden en olmadık küfürler ediyordum, sevmiyordum hiç birisini. Etrafımdan bir yığın, belki yüzlerce insan geçiyordu, ama hiçbirinin yüzü yoktu, hiçbiri kafamda küçük bir etmedi. Bu şehirden daha küçük şehirlerin sokaklarında dolaşırken insanların yüzlerini algılıyordum, gün içinde hatta birkaç gün boyunca hep hatıramda olanlar olurdu, şimdi bile yanımdan geçip de hatırladığım bir sürü yüz var o zamanlardan, ama burada, bu kadar kalabalığa rağmen hiçbir yüz yoktu. Yalnız olmak ama yalnız kalamamak, kalabalık bir yalnızlık…

Nihayet durağa vardığımda otobüs garajdan buğuyu yara yara çıktı. Durakta bekleyen insanların önüne gelip durduğunda, tertemiz teni birden buğunun arasına gömüldü. Başka günlere nazaran daha ağır hareket eden insanlar birer ikişer otobüse atlayıp ağzına kadar doldurunca, otobüs hareket etti. Yanımızdan gelip geçen araçların, otobüs motorunun ve tekerleklerinin çıkardığı sesler dışında hiçbir ses yoktu otobüste. Beraber otobüse binen kardeşler, sevgililer, arkadaşlar da muhabbet etmiyordu, hiç kimseden tek bir ses bile çıkmıyordu. Herkesin yüzü aşağıya sarkıp uzamıştı. Kimi yere, kimi otobüsün tavanına, kimi önünde duranın sırtına, kimi ise dışarıda bir yere odaklanmış, otobüsün dışında bir yerlerde geziniyordu. Beynin onlara sunduğu bu eşsiz şeyin, hayal mefhumunun farkındalar mıydı acaba? Hayal dünyaları onları otobüsteki berbat hallerinden alıp başka bir yerde olmalarını, bedenen burada olsalar da ruhen başka yerlerde bulunmalarını sağlıyordu. Kim bilir, belki de onları bu berbat hale düşüren hayal mefhumunun kendisiydi. Ancak şundan emindim ki, otobüsün en arkasında olduğum için henüz beni fark etmemiş bu insanlardan birisi, hayal aleminden sıyrılıp beni karşısında görünce, az önce kurduğu hayaller birden ona iğrenç gelecekti.

Ben otobüsteki diğer insanlar gibi sadece yağmur ve buğunun etkisiyle yalnızlığın ve karamsarlığın içine düşmüş değildim. Güneşli günlerde de böyleydim, mesela dün güneşliydi ama ben yine bu şehirde yalnızlığımın farkındaydım. Bir şeyin iyiliğinin veya kötülüğünün, havanın yağmurlu yahut güneşli olmasıyla ilgisi yoktu, bu beni otobüsteki diğerlerinden ayırıyordu galiba. O kadar ki, kendi kendime tahliller yapacak kadar ileri gitmiştim. Onların şimdi dörder beşer iyice buğulanmış camları yenleri ve ayalarıyla silip çok uzaklara bakar gibi dışarıyı seyretmelerinin sebebi, otobüsün dışında güzel şeyler olduğu için değildi, onların bulundukları yerle sıkıntıları vardı, oradan uzaklaşmak istiyorlardı. Mesela şimdi izledikleri caddelerde olsalardı, kimsenin olmadığı bir deniz kıyısında yahut yeşil bir tepe başında tek başına olmak; tek başına kalmış olsalardı, insanlarla dolu bir caddede kalabalıklara karışmak isteyeceklerdi. Onlar için şu an ki en iyi çözüm, camlardaki buğuları silmekti.

Ben de bir ara camlardaki buğuları silerek dışarıyı seyretmeye yeltendim, ama hemen vazgeçtim. Hiç sevmediğim dışarıdaki keşmekeşin neyini seyredecektim, güzel olan ne vardı ki dışarda. Habire gelip geçen arabaları mı, etraftaki beton yığınlarını mı, yüzleri olmayacak insanları mı seyredecektim? Yoksa, hani bazen insan etrafındaki her şeyden sıkılıp yüzünü gökyüzüne kaldırır da gözleri kapalı derin bir nefes çeker, sonra da havada gezinen bir kuşu seyrederek gökyüzüne çakar ya gözlerini, ben de öyle seyredip gökyüzünü, yalnızlığımdan ve bu şehirden mi kurtulacaktım? Bu şehrin gökyüzünü de sevmiyordum ki, onun için silmedim camdaki buğuyu.

Öylece, camı tamamen kaplamış gri buğuya bakıp durdum. Buğu, sadece kırmızı ışıklı harfleriyle, saray kelimesi sönmüş adalet sarayı yazısı ve araba sesleri dışında, dışarıya ait her şeyin önüne set kurmuştu ve içeri hiçbir şey sokmuyordu. Bu pürüzsüz buğu tabakasına, yönünü değiştiren birkaç haylaz yağmur damlası çarptı. En tepedeki damla, otobüsün hareketleriyle beraber aşağıya doğru yol aldı, döndü, durdu, altındaki başka bir damlayla birleşip büyüdü, tekrardan döndü, dolaştı, durdu, aniden aşağı doğru hızlandı, önündeki bir damlayı sırtına katıp daha da büyüdü, kendisine daha çukur bir yatak bulmuş bir akarsu gibi süratle yol aldı, güneşin onu tekrar buğu haline getirip gökyüzüne çıkaracağı, başka bir zamanda, başka bir yerde tekrardan camları, sokakları ve evleri kaplayan bir buğu olacağı veyahut yağmur ya da kar olup şehirlerin, tepelerin ya da denizlerin üzerine yağacağı güne kadar beklemek üzere damla olup yere düştü.

Otobüs iyice yol almıştı ve gencinden yaşlısına kadar yüzlere çökmüş sessiz bir somurtkanlığın içindeydi hala. Somurtkanlığa kafaların düşlediği güzel şeylerin sebep olması, ne büyük bir çelişkiydi. Bu insanların çelişkisi değildi şüphesiz, insanın beden ve ruhunun bir çelişkisiydi. Bazen kafa güzel şeyler görünce de yüz mutsuz olabiliyor. Bu, dünyanın iki yarısı gibi, acı ve mutluluğun iç içe olduğunun en büyük kanıtıydı. Aynı zamanda, az önce güzel olan bir düşün, aniden insana çok berbat, hatta iğrenç gelebileceğinin de kanıtıydı, tıpkı, otobüsün durmasıyla, o kadar insan arasında düştükleri melankoliden sıyrılıp beni gören birkaç kişide olduğu gibi…

Mesele şu ki, insanlar, neredeyse tamamı siğille kaplı yüzümü görünce hallerine şükrediyorlar. Hayatta hayalini kurdukları, ama gerçekleşmediğinde de hayıflanıp durdukları her şeyden tiksiniyor, böyle bir şeyden dolayı üzüldükleri için de kendilerinden utanıyorlar beni görünce. “ oysa bak ne hayatlar, ne insanlar var, adamın yüzü siğil içinde. Benimse üzüldüğüm şeye bak” diye düşünüyorlar. Bu düşünce yüzlerinden o kadar açık belli oluyor ki. Gerçekleşmeyen tüm düşlerine sordukları “neden” sorusundan dolayı tövbe ediyorlar. Onlara göre benim yaratılış amacım bu. “ olur olmaz şey”lere üzüldüklerinde karşılarına çıkıp hallerine şükretmeleri, ders almaları için yaratılmışım ben, böyle düşünüyorlar. Beni onların karşısına çıkaran tesadüfün sebebi de bu onlara göre. Kodları yüklenmiş, mesaj olan bir nesne, bir “şey”im tüm o düşlerine ihanet edenlere göre. İyice tövbe kapısına döndüm. Benim de onlar gibi, bir hayatımın olduğunu düşündüklerini sanmıyorum.

Kendimi bildim bileli siğiller benimle beraber. Ama doğduğumda böyle değilmişim. İlk olarak üç ya da dört yaşında başlamış, sonra da giderek artmış. Üstelik daha önce bizim ailede görülmemiş bir şey bu. Her ne kadar doktorlar tersini söylese de, annemden, babamdan ya da diğer akrabalarımdan bana miras kalan bir şey değil. Öyle olsaydı mutlaka akrabalarımın birinde görülürdü. Yıllarca aynı şeyi söyleyen doktorlara görünmek için bölünmüş uykularla annem beni hastaneye götürürdü. Saatlerce bekler, sonra da doktorun yazdığı reçetedeki ilaçları alır yeni bir umutla eve dönerdik, ama hiçbiri fayda etmezdi. Sadece bir kere, o zaman öğretmenime benzettiğim ve bu yüzden korktuğum bir doktor yüzüme bir şey sürmüştü. yüzüm sişti, siğiller kurdu,hemen ardından tekrar çıkmıştı. Birkaç eş dostun üstelemesi üzerine beni hocalara da gösterdiler ama nafile, hiçbir şey değişmedi.

Herkes çocukluğuna dair olaylar, yaramazlıklar, oyunlar, sevinçler hatırlar. Benimse hatırladığım hastane koridorlarında beklemeler ve yüzüme bakınca yüzlerini kırıştıran ve yüzüme dokunmamaları, eğer dokunsalar onlara da bulaşır diye çocuklarını tembihleyen insanlar. Ancak buna üzüldüğümü, içerlediğimi hatırlamıyorum. Durumumdan dolayı benden uzak duranlar olsa da, yine de etrafımda çok insan bulundu. Bulunmasına bulundular da, küçüklükten fark ettiğim yalnızlığın içinden de çıkaramadılar. Günler bir göl gibi yatağında kalıp durdu. Şimdi de, aynı dün ve önceki günlerdeki gibi otobüsten inerek kalabalık yalnızlığın içine dalıyorum.

CEVAPLA

İnsan mısın? *