BİR ZAMANLAR ANTAKYA..

0
870

Sırtında PİYAM (Meyan kökü, kola özütü) şerbeti satıcısının gerçek hikayesini okumak istermisiniz?

BUYURUN O ZAMAN!

Eski bir zamandı..

Piyamcı (meyan kökü şurubu satıcısı)  Abdurahman Ağa’nın hanımı her zamanki saatinde, sabahın dörtbuçuğunda uyanmıştı.  Yer yer nasırları çatlamış, sızlayan ayağını kaşıdı.

Yaşlanıyordu belli. Sırtında taşıdığı piyam güğümü her gün biraz daha ağır geliyor, kışın gelmesini her geçen sene daha özler oluyordu.

Kışın müşebbek (halka tatlı) filan satardı ama en azından bir köşede beklerdi. Sırtındaki 60 kiloluk güğümle dolaşmazdı!

Hanımı kendinden önce kalkardı. “Neden bir gün geç kalmaz?” diye hiç merak etmezdi..

Mutfak gibi kullandıkları aradan tıkırtısını duyunca “ısladın mı?” diye seslendi.

–   …..

–   Hiiişt!.. Seye diyom seye!

–        Nança ıslayam ağa?

–        Ağaca bak ağaca.. Demiyom mu sene?

 

Evlerinin karşısında eski bir cami, caminin yanında bir duvarı eğik bir fırın vardı. İkisinin arasında yaşlı, upuzun bir kavak ağacı.. (o ağaç hala durur)

Rüzgar estikçe eğilir buda günün serin geçeceğinin işareti sayılırdı. Serin günlerde piyam şerbeti fazla satılmazdı.

–        Hiii, kör olamki sallanmiy..

–        İyi baktınmı iyi?

–        Sallanmiyi vallahi!

–        Isla.. Birbuçuk, bir buçuk kat ısla!

7 çocuğu vardı. Evine 3-5 kuruş fazlayla döndüğü zaman huzur duyardı.

Horozların sesini duydu. Sabahın köründe, seher yelleri sokakları dolaşmaya başlar başlamaz horozlar da ötmeye başlardı. Piyamcı sinir oldu.

“Neye ötüyon neye? Bi kerede beni uyandırın bre.. Etinizden iyi kebap olur sizin!”

Piyamın olgunlaşmasını beklediği için öğle ezanına yakın güğümünü doldurmuş, giyinmiş olurdu. Bismillah edip yüklendi. Hanımı “kuvvat ola ağa!” diyerek uğurladı.

Sokağa adım atar atmaz serin bir rüzgar ensesini yalayıp geçti.

Bir an sırtındaki ağzına kadar dolu güğümü düşünüp irkildi.

“Hayırdır..” diye söylenip daha bir diklendi ve her zamanki yeri, Ulucami’ye doğru yollandı.

Kavak yalan söylemezdi. Hem hanımı “Kör olam ki!” de demişti..

Saatler geçti..

Hava inadına hiç olmadığı kadar serindi.

İkindi dağılırken güğüm olduğu gibi duruyordu. Bir an Uzunçarşı’ya doğru yollanmayı  düşündü ama hemen vaz geçti.

Koca Abdurahman’a yakışmazdı. Hem mıntıkası değildi hemde tüm Antakya onu Ulucami çevresinde bilirken selam verenlere ne diyecekti? Bekledi ama belli, hava serin gidecekti.

“Kısmet..” diye düşünüp camiden çıkanlara “ Haydi sebil!..” nidasıyla bedava dağıtmaya başladı. Küskündü, sesi cılız çıkıyordu.

Çıkan gitti.. Sebildi ama ya serinlemek isteyen pek yoktu yada sebil olduğunu yeterince duyuramamıştı. Artık umurunda da değildi.

Sırtandaki güğümün ağırlığı hala, neredeyse aynıydı ama 2 misli ağır geliyordu.

Bedavacının biri zorlanarak içti. Piyamcının gözünden kaçmadı, zoruna gitti.

Le havle vela kuvvete..  Bu nasıl kötü bir gündü bre?

Hiç oturmazdı ama cami duvarına bir an oturup düşündü. Güğümün ağırlığını daha da hissetti. Gelip geçenler sırtında güğümüyle oturan bir piyamcıyı ilk kez görüyorlardı, garip garip, kötülercesine baktılar.

Kalktı, kararlı adımlarla köprüye doğru yürümeye başladı.

Asi, her zamanki gibi serin serin akıyordu. Şöyle bir çevresine bakındı, kimsecikler yoktu. “Ya Allah..” edip güğümü Asi’ye boşalttı.

Eve vardığı zaman hava hala ışıl ışıldı.

7 çocuk anası hanımı ağasını ümitle karşıladı. Boş güğümle erken dönmüştü.

“Kuvvat ola ağa!” dedi ama yüzüne bakınca anladı.

Abdurahman ağa güğümü boşladı.

0367385016_1113100_629697434_o-vi–        Kavak sallanmıyodu demi?

–        …

–        Hiç kımıldamıydı ha?

–        …

–        Mezarını o kavagın dibine oyacam senin!

 

Ertesi gün yine horozlardan önce kalktı.

Perdeyi aralayıp zar zor görünün koca kavağa baktı. Dimdik duruyordu.

“Isla..” diye bağırdı hanımına.. Fazla ıslama bre!

 

 

CEVAPLA

İnsan mısın? *