… “Değerli yolcularımız Atatürk Havalimanı’na başarılı bir iniş gerçekleştirdik. 40 dakika kadar park bekleme pozisyonunda kalacağız. Seyahetinizde Türk Hava Yolları’nı tercih ettiğiniz için teşekkür ederiz.” Nasıl be, 1 saat 20 dakikada varıp 40 dakika park mı bekleyecektik? Oğlum uçak park yeri bekler mi lan? İstanbul’un trafiği ta buradan mı başlıyordu? Tecrübeli esnaf gibi 20 kg’lik boş Vita yağ tenekesinin üstünü açtıktan sonra içine beton döküp uçağın park edeceği yeri ayıramıyor muydu Törkiş Gıraund Servisis? Ben mi akıl verecektim? Vazgeçtim, apronda deve kesen adamların elbet bir bildiği vardı.
Allah’ım ciğerlerim kaburgalarımı sigara diye dövüyordu. 40 dakika bekleme nereden çıktı? Tuvalete girsem tüttürsem n’olurdu ki? Ne kıymetli uçağınız varmış Allah’sızlar, içsem n’olur? 20. dakikaya girdiğimizde içmeyi kafaya koymuştum. İradesiz kalibre… Hayır tam tersine. Biz sigara tiryakilerindeki iradesizlik değil, iradeydi aslında. TDK’ya göre irade; “Bir şeyi yapıp yapmamaya karar verme gücü” ydü ve ben her seferinde yapma gücünü seçiyordum hepsi bu. Ama ya uçak tuvaletinde Cumhurbaşkanı’na yakalanırsam? “Terbiyesiz adam, cumhurbaşkanı söylüyor, hala içiyor” derseydi? Bunu kaldıramazdım, ağır gelirdi. Milli iradeyi, egemenliği karşıma alamazdım. Ulü’l Emr’e itaat etmeliydim, ettim de. 35. dakikada park yeri bulduk. Ulan boş yerler vardı aslında. Müsaade etseler, “kaptan şurada boş yer var, 3 manevrada yılan gibi sokarsın makineyi” diyecektim ama havacılık kuralları gereği ardından İngilizce’sini de söylemem gerekirdi, çünkü kaptan anlamazdı. “Yılan gibi sokarsın” kısmını bir türlü çeviremeyeceğimi anlayınca beklemeye devam etmek zorunda kaldım.
Uçaktan çıkar çıkmaz çıkış kapısına göte vurur adımlarla koştum. Allah’ım ne güzel manzaraydı, benim gibi yüzlercesi oradaydı. Tiryakiler, kardeşlerim. Daha önce hiç görmediğim bu insanlara sevgi besliyordum. Onlarla aynı halayın parçası olabilirdim, kavgaya çağırsalar nun-chaku’mla tereddüt etmeden giderdim, azcık samimiyeti ilerletsek düğünlerinde çeyrek bile takardım. Biz bir aileydik adeta.
Cebimden paketi çıkarıp dudağımla sigaramın vuslatını gerçekleştirdim. Duygusal bir andı, arkadan 7 Karanfil’den bir fon müziği var gibiydi. Gurbetçi programında 24 yıldır birbirini görmeyen Almanya’da yaşayan anayla Emirdağ’da yaşayan kızın hikayesi gibi hüzünlü ama mutlu bir andı. Çak beni diye bağıran çakmağın nidasını emir telakki etti parmaklarım… Ve ilk nefes… Tütün.. Ah tütün… Dilimlenmiş karpuzda ya da bir balığın üzerinde “Allah” lafzını arayıp ateyizzzleri imana çağıranlar ne de yanlış yoldaydılar. Oğlum tütün üzerinden yürüyün. Nimetti bu, en güzelinden. Ramazan’da sigarayı bırakanları bu yüzden bir türlü anlayamadım. İftar sonrası ilk sigara ayakları uyuşturan güzelliğiyle ertesi güne bir davetti. Nasıl bırakabiliyorlardı bu hissi bile bile.
“Ama zararlı kalibre” dedi mantığım. Sonra George Best yetişti imdadıma. “Ömrü boyunca sağlıklı yaşayıp bir gün hastane yatağına düşüp 3 gün sonra neden öldüğünü bilemeyecek olanlara acıyorum. Bense düzenli sigara ve alkol kullanıyorum, neden öldüğümü bileceğim.” Sağol lan George Best. Evet, sendeyiz şimdi Ali Kırca… Aaa pardon…
Belirlilik önemli şey aga, Sırf bu yüzden yıllarca Kinder Sürpriz almamıştım. Kesmece karpuz tezgahlarının müdavimiydim. Kesmece kivi tezgahı olsa, Bayburt’ta da olsa giderdim…
Her nefeste dinginleşiyordum. Her çekişte diğer tiryakilerle göz göze geliyorduk. Birbirimizi onaylarcasına kaş-göz yapıyorduk. Sigaramı bitirdim ve metro girişine doğru yöneldim. Jetonmatiğe yaklaştım, 4 TL arayışındaydım. 1 tamam, 2 tamam, 3 evet, 3 iki yüz elli, 3 yedi yüz elli… 4 çıkmadı. 100 tl kağıt param vardı. Küçücük bir kutuya 100 tl kağıt para koyamazdım. Bahtsızlığımla efsane olmuş biri olarak bunu yapamazdım. Kesin yutardı, 100’ü 20 algılardı. Atari salonunda son jetonunu yutturmuş çocuk hüznüne gark olmak istemiyordum. Bu koyduğumun makinesine tel deydirip kredi de açamıyorduk. Üç yedi yüz elli, 25 kuruşum daha olsa olacaktı. Jetonmatik’te pazarlık tuşu neden yoktu ki? Ya da “halden anla be abi” tuşu. Olmadı “anam babam ölsün ki 25 kuruşu Haseki Durağı’nda vericem” tuşu. Sikik dijital şeyler.
Arkamdaki sıranın baskısına artık dayanamazdım. Ensemdeki adamın rahatsızlığını belirten offflama ve puffflamaları artıyordu. Normalde karşı cins enseme pufflasa tahrik olabilirdim ama bu adamın ki etmedi. Demek ki tahrik içinde bulunulan duruma göre anlam ifade eden bir şeydi. Jeton sırasında tahrik üzerine Haydar Dümen’lik yapacak değildim. Çıktım sıradan. Beni izleyen biri ; “kardeş ben atarım senin yerine jeton, bekle alayım” dedi. elimdeki 3,75’i ona uzattım. “Yok gerek yok” dedi. Allah’ım böbreğime mi talipti? Ciğerlerime? Yok ciğerlerim sikikti, alsa da elinde patlardı. Ama o bunu bilmiyordu. Korneamda işini görürdü. Neden bana yapıyordu bu iyiliği? Anlatılan İstanbul’un zihnimdeki yankısı fiştekliyordu beni. “Peki” dedim, turnikeye doğru yürüdük sessizce. Benim yerime attı jetonu, “teşekkür ederim” dedim. “Önemli değil” dedi, yürüdü gitti. İyi adammış, Ya Allah dedim, Karl Popper’a sığındım. Tüm İstanbullular kötüdür önermesi doğrulanamayacak olsa da, bu iyi adam yanlışlayacaktı. İyi miydi lan gerçekten adam? Ya durak durak gezip milletin jetonunu atmaktan zevk alan ama anasını döven, babasına söven, uçak tuvaletinde sigara içen, tuvalette Kur’an yaprağı yırtarken domuz eti yiyen, 17 Aralık İddianamesi’nde parmağı olan biriyse? Ne biliyordum ki adam hakkında? Azat ettim zihnimden adamı.
Metro harekete geçti, Eminönü Cankurtaran Öğretmen Evi’ydi hedefim. Sana yenilmeyecektim İstanbul. Ya da yenileyim n’olacak ki? Cape Town’a mı yenileyim sana yenilmeyeyim de, Paris’e mi, Moskova’ya mı, Bakü’ye mi, Aşkabat’a mı? Yen beni İstanbul. Yeneceksen sen yen. Varlığım metropol varlığına armağan olsun. Sooooğolllll.